Evvel zaman içinde, ucu bucağı görünmeyen dağların eteğinde kurulmuş bir kasaba varmış. Bu kasaba, dillere destan bir güzelliğe sahipmiş; rengârenk kilimleri, hünerli ustaların elinden çıkan bakır kapları ve misafirperver insanlarıyla nam salmış. Gökte hilal belirdiğinde, kasaba halkı meydanda toplanır, kimi zaman kemençe kimi zaman da saz eşliğinde türküler söyler, halay çekermiş. İşte bu coşkunun içinde, herkesin yüzünde güller açar, gönüller neşe dolarmış.
Kasabanın tam ortasında, asırlık çınar ağaçlarının gölgesinde yükselen bir han bulunurmuş. Bu hanın hemen yanında, ince uzun bir göle nazır, taş duvarlı, eski ama ihtişamlı bir konak yükselirmiş. Konakta yaşayan Dilruba isimli bir genç kız varmış; görenler onun gözlerindeki derinliği ay ışığına benzetirmiş. Dilruba, ailesinin tek çocuğu olduğundan çok kıymetliymiş, ancak köklü bir soydan geldiği için de ağır sorumluluklar taşırmış. Başına buyruk olup kasabayı dilediğince gezmek, halkla iç içe olmak istese de geleneklere bağlı ailesi buna pek izin vermezmiş.
Gel zaman git zaman, Dilruba’nın gönlünde özgürlük ve merak ateşi alevlenmiş. Bir gün, ailesinden gizlice hanın avlusuna inmiş. Orada meddah gösterisi izleyen neşeli kalabalığa karışmış. Hayranlıkla etraftaki esnafın tezgâhlarını dolaşmış, rengârenk ebru tablolara, türlü baharat kokularının yükseldiği çuvallara dokunmuş. O sırada, bakır tasları ve işlemeli fincanları özenle dizen, uzun boylu, sevecen bakışlı bir delikanlıyla göz göze gelmiş. Adı Mert’miş. Kendisini kibarca selamlayan Dilruba’ya bakarken sanki kalbinde güller açmış. İkisi de henüz fark etmemiş olsa da kader ağlarını örmeye başlamış bile.
Dilruba, Mert’in ustalıkla işlediği bakır fincanları incelerken, çınar yaprakları arasından süzülen gün ışığı, her bir deseni parıldatıyormuş. Aralarında sessiz bir yakınlık doğmuş. Zaman içinde Dilruba, konağın ağır kapılarından her fırsatta sıvışarak Mert’in tezgâhına uğrar, onun hünerli ellerini izlerken dünya adeta dururmuş. Mert de her defasında yeni bir desen üretir, o desenlere kasabanın kültürünü yansıtan lale ve çintemani motifleri ekler, Dilruba’nın hayranlıkla bakmasını sabırla beklermiş. Ancak bu gizli buluşmalar, çok uzun süre gizli kalamamış.
Bir gün, Dilruba’nın annesi han avlusunda kızını Mert’le konuşurken görmüş. Zengin bir ailenin kızı olan Dilruba’nın, bir esnafla bu kadar yakınlaşması hoş karşılanmamış. Ev halkı, kızlarının nasıl olur da kendi rızaları dışında biriyle görüşebildiğine şaşırmış. Uzun tartışmalar sonunda, Dilruba’nın annesi ve babası bir karar vermiş: Kızlarını, geleneklere uygun bir şekilde, varlıklı bir aileye mensup biriyle evlendirmek. Böylece Dilruba, konağın loş odalarında hüzne boğulmuş. Mert ise onu uzaktan görebilmek için her akşam, çınarın altındaki göle yansıyan ay ışığını beklemeye başlamış.
Kasaba halkı bu duruma üzülürken, hanın yaşlı sahibi Hicran Ana devreye girmiş. O, herkesin derdine derman bulmaya çalışan, bilge sözleriyle tanınan bir kadınmış. Aileyle görüşüp Dilruba’nın mutluluğunun, soylarından daha önemli olduğunu onlara hatırlatmış. “İnsan, gönlündeki ateşin ışığında yaşar,” demiş. Uzun ikna çabaları sonucunda, Dilruba’nın ailesi de kızlarının saadetinden daha değerli bir şey olmadığını anlamış.
Gel zaman git zaman, kasabada büyük bir şölen düzenlenmiş. Çınarların süslenip fenerlerin yakıldığı o gece, Mert ve Dilruba’nın nişanı yapılmış. Kasabanın dört bir yanından gelen insanlar, ebru atölyeleri kurmuş, semaverlerde çaylar kaynatmış, türkülerle yürekleri ısıtmış. Ay ışığı göle düşmüş, sevda ateşi de gönüllere.
Gecenin sonunda, ay ışığının gölgesinde başlayan bu sevda, iyilik ve umutla birleşerek dillere destan bir masala dönüşmüş. Dilruba ile Mert, o mutlu masalın kahramanları olarak birlikte nice güzel günlere yelken açmış. Kasaba halkı da hâlâ anlatırmış: “Ay ışığının gölgesi, yürekteki sevgiyi saklayamaz.” Böylece hikâye, sonsuza dek mutlulukla sürüp gitmiş.
İlgili Kategoriler