Bir varmış, bir yokmuş… Uzak diyarlarda, yemyeşil vadilerin ortasında kurulmuş bir krallık yaşarmış. Bu krallığın padişahı adil ve bilge biriymiş. Halkını çok sever, onların refahı için gece gündüz çalışırmış. Padişahın sarayında, pırıl pırıl akan bir çeşme ve mis kokulu çiçeklerle dolu bir bahçe bulunurmuş. Bahçenin etrafında, türlü meyve ağaçları ve rengârenk güller açarmış. İşte bu krallıkta, dünyalar güzeli bir prenses yaşarmış. Adı Zehra’ymış.
Zehra, şefkatli ve iyi kalpli biri olduğundan, saray halkı onu çok severmiş. Onun tatlı gülümsemesiyle saray aydınlanır, sesiyle kuşlar şakır şakır ötermiş. Fakat Zehra’nın içini kemiren bir hüzün varmış: Çocukluğundan beri rüyalarına giren, at üstünde belirip kaybolan bir genç delikanlıyı merak edermiş. Bu siluet, bembeyaz bir atın üzerindeymiş ve yaklaştığında yüzü kocaman bir ışık gibi parlıyormuş. Prenses, onu bir türlü gerçekte göremese de, kalbinin derinliklerinde bu “Beyaz Atlı Prens”in var olduğuna inanırmış.
Gel zaman git zaman, padişah bir gün sarayın divanında otururken ülkede tuhaf olayların meydana geldiği haberini almış. Dağların ardındaki bölgede kuraklık başlamış, ormanlarda yıkıcı bir rüzgâr esiyormuş. Halk tedirgin olduğu için padişaha mektup üstüne mektup gönderir olmuş. “Sultanım, ağaçlarımız kurumaya başladı, çeşmelerimiz sanki birdenbire tükeniyor,” diye yakınırlarmış. Padişah, durumu öğrenince kara kara düşünmeye başlamış. Zehra ise, babasını böyle sıkıntılı görünce dayanamamış: “Sultan Babacığım, izin verin bu diyarları gezeyim. Belki sebebini öğrenir, halkımızın derdine çare bulurum,” demiş.
Padişah önce endişelenmiş; ancak kızının kararlı bakışlarını görünce izin vermiş. “Yanına birkaç muhafız ve akıl hocan Şerif Bey’i al. Aman kendini tehlikeye atma,” diye tembihlemiş. Ertesi sabah, Zehra ve yanındakiler yola çıkmışlar. Günler süren yolculuk boyunca, kurak topraklar ve esen sert rüzgâr prensesi oldukça üzmüş. Her durakta insanlar, “Ne olacak bu hâlimiz?” diye dert yanmış. Zehra, yardım etmek istemiş fakat doğanın bu ani değişimine bir anlam verememiş.
Bir akşam üstü, ormanın kıyısında konakladıkları sırada, aniden gökyüzünü kara bulutlar kaplamış. Şiddetli bir fırtına kopmuş, ağaçlar kırılacak gibi eğilmiş. O anda, uzaktan toynak sesleri duyulmuş. Sislerin içinden, bembeyaz bir atın üzerinde bir delikanlı belirmiş. Siyah saçlarının arasında parıldayan bakışlarıyla Zehra’yı görünce, atını nazikçe durdurmuş. Şerif Bey ve muhafızlar tedirgin olmuş ama Zehra’nın kalbi heyecanla çarpıyormuş. Çünkü yıllardır düşlerini süsleyen “Beyaz Atlı Prens” tam karşısındaymış.
Genç delikanlı, “Ben Mert. Bu ormanlar, eskiden huzurlu ve bereketliydi. Ne olduysa birkaç aydır rüzgâr azdı, çeşmeler kurudu. Ben de doğanın dilini biraz olsun çözebildiğim için çare arıyorum. Sanki ormanın kalbinde kötü bir büyü dolaşıyor,” demiş. Zehra şaşkınlıkla, “Ben de aynı nedenle buradayım,” diye yanıtlamış. Ertesi gün, hep birlikte ormanın derinliklerine ilerlemişler.
Karşılaştıkları manzara ürkütücüymüş: Ağaçların yaprakları sararmış, toprak kupkuru olmuş. Kuş sesleri neredeyse kesilmiş. Mert, çevreyi inceleyerek, “Şurada bir mağara var. Belki orada tuhaf bir şeyler bulabiliriz,” demiş. Mağaranın içine girince gözlerine inanamamışlar: Zehirli mor bir sis, duvarları kaplıyormuş. Ortada, eski bir kazan duruyor, içinden kara bir duman yükseliyormuş.
Zehra, “Bu kara dumanın doğayı zehirlediğini hissediyorum,” diyerek endişeyle bakmış. Mert de kazanın çevresini incelemiş ve duvarlardaki işaretleri fark etmiş. Bu işaretlerin, kadim bir büyüye ait olduğunu anlamış. Zehra, elindeki küçük altın aynayı çıkarıp kazanın üzerine tutunca, aynanın ışığı aniden parlayarak mor sisin içine süzülmüş. Sis, ışığın etkisiyle yavaşça dağılmaya başlamış. Kazanın içindeki kara duman, önce hırçın bir alev gibi patlamış, sonra yavaş yavaş yok olmuş.
Mağaranın dışına çıktıklarında, gökyüzündeki kara bulutların dağıldığını görmüşler. Rüzgâr yerini tatlı bir esintiye bırakmış, kurumuş ağaçlar sanki canlanmaya başlamış. Mert, mutlulukla, “Doğayı bozacak kötü büyü silindi. Teşekkür ederim, prenses,” demiş. Zehra ise gülümsemiş: “Asıl ben teşekkür ederim. Sen olmasan bu mağarayı bulamazdık.”
Birkaç gün içinde, vadilerdeki çiçekler yeniden açmış, dereler suyla dolmuş. Halk, padişaha teşekkür mesajları göndermiş. Prenses Zehra, saraya Beyaz Atlı Prens Mert’le birlikte dönmüş. Padişah, onları görünce hem kızının cesaretine hem de Mert’in yardımseverliğine hayran kalmış.
O günden sonra, krallıkta herkes doğaya değer vermiş, çevreyi korumak için seferber olmuş. Zehra ve Mert, iyiliğin ve sevginin gücüyle diyarı kötülüklerden arındırmış. İşte “Beyaz Atlı Prens” masalı burada son bulurken, gökteki yıldızlar her gece bu öyküyü fısıldayarak hem çocuklara hem de büyüklere umut aşılamaya devam etmiş. Çünkü kalbi temiz olanlar, her zaman en zorlu kara bulutları bile dağıtacak güce sahipmiş.