Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Anadolu’nun ortasında bereketli topraklara kurulmuş bir köy varmış. Bu köyün çevresinde geniş tarlalar, meyve ağaçları ve serin suların aktığı dere yatakları bulunurmuş. Köy halkı geçimini tarımdan sağlarmış; sabahın ilk ışıklarıyla kalkan çiftçiler, ekecekleri tohumları özenle hazırlar, akşam olup güneş battığında ailecek sofralarına otururmuş. Her ne kadar hayatları basit görünse de yüreklerinde koca bir sevgi, ellerinde tükenmez bir emek varmış.
Köyde, dedelerinden kalma bir yel değirmeni varmış. Bu değirmenin hikâyesi dilden dile dolaşır, köy çocukları akşam olunca ateş başında büyüklerinden dinlermiş. Derlermiş ki: “Bu değirmen, alın teri ve dürüstlükle döner. Kim ne kadar çalışır, ne kadar helalinden kazanırsa değirmenin taşları da o kadar bereketli un öğütür.” İşte bu inanç, köyün insanlarına da yansımış; herkes emeğinin karşılığını hakça almak ve komşularıyla paylaşmak istermiş.
Günlerden bir gün, köye uzak diyarlardan bir gezgin gelmiş. Üstü başı pek gösterişliymiş ama bakışlarında tuhaf bir kibir seziyormuş halk. Gezgin, köyün ortasında durmuş ve yüksek sesle “Bu köyün değirmeni sihirliymiş, doğru mu? Eğer öyleyse neden civar köyler sizden zengin değil?” diye alaycı bir tonla sormuş. Köylüler önce ne diyeceklerini bilememiş. Sonra içlerinden biri, “Değirmenimiz kimseye haksız kazanç sağlamaz, sadece alın terine değer katar,” diyerek cevap vermiş. Gezgin buna gülüp “Göreceğiz bakalım,” demiş ve köyde bir süre kalmaya niyetlendiğini anlatmış.
O günün akşamında köyün yaşlı bilgesi, gezgini misafir etmiş. Gezgin, “Ben çok diyar gezdim, pek çok zenginlik, hazine, sihir gördüm. Şimdi de bu değirmenin sırrını çözmek istiyorum,” demiş. Yaşlı bilge, “Sırrı çözmek, önce kalbinde samimiyet taşımayı gerektirir,” diye yanıtlamış. Gezgin ise pek kulak asmamış, içinden “Bunda nasıl bir sihir olabilir ki? Belki de değirmenin altına gömülü bir define vardır,” diye geçirmiş.
Ertesi sabah, gezgin gizlice değirmene gitmiş. Değirmenin etrafını dolaşırken gözleri sürekli bir gizli geçit, saklı bölme arıyormuş. Merdivenleri çıkıp değirmenin üst katına geçmiş, orada eski tahtalardan yapılmış bir kapak bulmuş. “İşte hazinenin kapısı,” diye sevinçle kapağı kaldırınca içi boş bir bölmeyle karşılaşmış. Tek gördüğü, asırlık un tozu olmuş. Hayal kırıklığına uğrayan gezgin, “Bu kadar toz içinde nasıl bir hazine bulunabilir?” diyerek öfkeyle aşağı inmiş.
Tam değirmen kapısından çıkarken, iki genç kızın çuval çuval buğday taşıdığını görmüş. Onlar da kendi aralarında sohbet ediyormuş: “Bu buğdayı bugün öğütelim, yarın köyün ihtiyaç sahibi ailelerine dağıtırız.” Gezgin, “Niye kazanacağınız unu başkalarıyla paylaşıyorsunuz ki?” diye sormuş. Genç kızlardan biri, “Köyümüzde yardımlaşma esastır. Emeğimiz bereket bulur, biz de onun mutluluğunu yaşarız,” demiş. Gezgin, ilk defa böyle bir söz duymuş ve kafası karışmış.
O gece, köyün büyükleri harman yerinde ateş yakmış, çay demlemiş, sohbet ediyorlarmış. Gezgin de yanlarına oturmuş. Sohbet koyulaştıkça, herkesin elindekini komşusuyla paylaştığını, kimi pamuk tohumunu dağıttığını, kimi de elindeki taze sütü getirdiğini görmüş. İçindeki o kibirli ses yavaş yavaş susmaya başlamış. “Bu insanların arasında bambaşka bir huzur var,” diye düşünmüş.
Ertesi gün, köyden ayrılma vakti gelmiş. Gezgin yola koyulmadan önce yaşlı bilgeye dönmüş, “Ben buraya sihirli bir değirmen var diye geldim, ama asıl sihrin insanların yüreğinde olduğunu gördüm. Meğer gerçek hazine, paylaşmak ve dürüst çalışmaktaymış,” demiş. Yaşlı bilge de, “Kalbine dokunabilmişsek ne mutlu bize,” diyerek gezgine uğurlu bir yolculuk dilemiş.
İşte o günden sonra, bu Anadolu köyünün adı, civar yerlerde “Dürüstlüğün ve dostluğun diyarı” olarak anılmaya başlamış. Köyün insanları, değerlerini nesilden nesile aktararak sözünü tuttukları gibi yaşamaya devam etmişler. “Bir Anadolu Masalı” diye anlatılan bu hikâye, çocukların yüreğine umut ve paylaşma duygusunu serperek yıllar boyu kulaktan kulağa yayılmış. Ve böylece yel değirmeninin asıl sırrı, taşların değil, gönüllerin döndüğü yerde saklı kalmış.