Uzak diyarların birinde, zamanın ötesinde bir memlekette güzelliğiyle ve zengin kültürüyle bilinen bir kasaba varmış. Bu kasabanın sokaklarında ebru sanatının renkleri gibi harmanlanmış bir sıcaklık, evlerin ocaklarından yükselen mis gibi yemek kokuları ve meydanda toplanan insanların şen kahkahaları hiç eksik olmazmış. Kasabanın ortasında, çarşıyı çevreleyen hanın gölgesinde bir de âşık varmış: Adı Ferhat’tı. İnce ruhlu, yardımsever ve içli bir genç olan Ferhat, civardaki en güzel bakır tepsileri işlemekte ustaymış. Tezgâhının önünden geçenler, onun el emeğiyle parlayan süslemelere hayran kalır, incelikli tasarımlarından gözlerini alamazmış.
Bir gün, şehrin önde gelen ailelerinden birinin kızı olan Ayşe, hanın içinden geçerken Ferhat’ın tezgâhındaki bir bakır tepsiye gözü ilişmiş. Üzerinde laleler ve çintemani desenlerinin bulunduğu bu tepsi, güneş ışığının altında adeta parıldıyormuş. Ayşe, zarif nakışlara bakarken kalbinin ısındığını hissetmiş. Orada öylece durup bakmak yerine, tepsiyi incelemek için Ferhat’ın yanına yaklaşmış. İkisinin gözleri buluştuğu anda, kalplerinde ince bir sızı belirmiş; ancak bu sızı acı dolu değil, umut yüklü bir hismiş. Ayşe’nin narin yüz hatları, Ferhat’ın gönlünü ferahlatmış; Ferhat’ın mahcup bakışı da Ayşe’nin yüreğine sıcaklık katmış.
Zamanla bu ikili arasındaki bağ güçlenmiş. Ayşe, hanın kalabalığında Ferhat’ın tezgâhını her gün ziyaret eder, bazen babasından gizli, bazen annesinden izin alarak bakır işleme sanatının inceliklerini izler, Ferhat’ın usta elleriyle ortaya çıkardığı güzelliğe hayran kalırmış. Ferhat ise Ayşe geldiğinde her defasında yeni desenler çizer, onunla konuşurken heyecanlanır, kalbinin deli gibi çarptığını hissedermiş. Gel zaman git zaman, ikisi de birbirlerine olan hislerinin bir kader bağından ibaret olduğunu anlamaya başlamışlar.
Ancak Ayşe’nin babası Hakkı Bey, kızının soylu bir aileden gelen biriyle evlenmesini istermiş. Kasabanın en saygın kişilerinden biri olan Hakkı Bey, zengin bir tüccarla söz kesmeye niyetlenmiş bile. Bu durumu duyan Ayşe, içindeki sevgiyi babasına anlatmaktan çekinmiş; çünkü Ferhat her ne kadar iyi huylu ve çalışkan olsa da varlıklı biri sayılmazmış. Genç kız, sabah akşam bu ikilemle boğuşur, bir yandan ailesinin sözünü dinlemeye çalışır, diğer yandan da Ferhat’a olan sevgisini yüreğinde büyütürmüş.
Günler böylece geçip giderken, kasabada büyük bir şenlik düzenlenmiş. Şenlikte yağlı güreşlerden halaylara, meddah hikâyelerinden semazen gösterilerine kadar türlü çeşit eğlence varmış. Ayşe, belki kader kendini gösterir diye Ferhat’la buluşmak istemiş. Ferhat da onunla biraz vakit geçirebilmek için sabırsızlanıyormuş. Neyse ki şenliğin en renkli gecesinde, kasabanın ortasındaki büyük meydanda sessiz bir köşe bulup konuşma fırsatı yakalamışlar.
O akşam, gökyüzünde yıldızlar göz kırparken, Ferhat sevgisini tüm içtenliğiyle dile getirmiş: “Sen benim gönlümdeki tek ışıksın. Kader bizi bir araya getirdi ve bu sihirli dokunuşu hissediyorsun, biliyorum.” Ayşe gözyaşlarını tutamayarak başını öne eğmiş: “Kalbim seninle atıyor, ama babamı ikna edememekten korkuyorum,” demiş.
Ertesi gün, Ayşe’nin babası Hakkı Bey, kızının efkârlı halini görünce merak etmiş. Onun mutluluğunu her şeyden çok istediğini, ama bunu göremeyince üzüldüğünü anlamış. En sonunda, dostlarının da araya girmesiyle, Hakkı Bey’in kalbi yumuşamış. Kızının saadetini, saygın bir soyun parıltısından daha değerli bulmuş. “Sen mutlu ol yeter,” diyerek Ayşe’ye sarılmış.
Böylece bir akşam vakti, kasabanın cıvıl cıvıl sokakları çiçeklerle süslenmiş, hanın avlusunda saz sesleri yankılanmış. Güleç yüzlü komşuların ve akrabaların şahitliğinde, Ferhat ile Ayşe’nin nikâhı kıyılmış. İki gönül, tıpkı nakış gibi ince ince işlenmiş kaderlerinin izinde birleşmiş.
Masal bu ya, sonunda herkesin yüzü gülmüş. İki genç, aşkın ve sevginin gücüyle beraber mutlu bir yuvaya adım atmış. Kasabada hâlâ anlatılırmış: “Kaderin sihirli dokunuşu, yürekler samimi ise mutlaka ortaya çıkar.” Ve böylece, gökyüzündeki yıldızlar kadar parlak bir mutluluğun ışığı, kasabanın ufkunu aydınlatmaya devam etmiş.
İlgili Kategoriler