Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, uzak mı uzak bir diyarda Keloğlan adında bir genç yaşarmış. Keloğlan’ın, adına yakışır şekilde saçları yokmuş, ama kafası fikirlerle doluymuş. Yaşadığı köyde yoksul bir kulübede, annesiyle birlikte mütevazı bir hayat sürermiş. Her ne kadar paraları olmasa da Keloğlan’ın kalbi temiz, aklı keskin, sözleri ise tatlıymış. Köy halkı ne zaman bir çıkmaza düşse, sessizce Keloğlan’a danışır, sonunda bir çözüm bulurmuş.
Bir gün, çevre köylerden gelen tüccarlar, Zümrüt Dağı’nın eteklerinde yaşanan gizemli olaylardan söz etmiş. Dağın tepesinden taşan bir sis, aşağıdaki köylere inerek tarlaları kurutur, meyveleri çürütürmüş. Köylüler ne yapsa bu dertten kurtulamıyormuş. Tüccarlar, “Kim bu sırrı çözerse, civar köylerin padişahı tarafından ödüllendirilecek,” demişler. Söz konusu ödülün içinde, bir kese altının yanı sıra, padişahın sofrasında boy göstermek de varmış. Bu haberi alan Keloğlan’ın yüreğine bir cesaret dolmuş. Annesine şöyle demiş: “Ana, iznin olursa Zümrüt Dağı’na gidip şu sırrı çözmeye çalışayım. Hem köylülere yardımım dokunur, hem de belki evimize dönünce senin çileğin, biberin eksik olmaz.” Annesi, dualar ederek onu uğurlamış.
Keloğlan, azığını toparlayıp yola koyulmuş. Yanında bir parça ekmek, bir tulum su ve annesinin ona verdiği ufak bir nazar boncuğu varmış. Yolları aşarken, yol üstündeki köylerde mola vermiş, insanlarla sohbet etmiş. Bazen bir kaşık tarhana çorbasına konuk olmuş, bazen de bahçede semaver kaynatan dostlarla çay içmiş. Herkes, Zümrüt Dağı’nın tepesindeki sisin uğursuzluk getirdiğini söylese de Keloğlan yılmamış. “Allah’ın izniyle, aklımı kullanarak bu işi çözeceğim,” dermiş.
Nihayet Zümrüt Dağı’nın eteğine varmış. Ortalık biraz karanlık, etrafta soğuk bir rüzgâr esiyormuş. Keloğlan dikkatle ilerleyip dağa tırmanmaya başlamış. Dağın yamacında, taşlarla döşenmiş eski bir patikada ilerlerken, yolu kaybetmiş gibi hissetmiş. Tam o sırada, kayanın arkasından yaşlı bir derviş çıkıvermiş. Üzerinde yırtık pırtık bir aba, elinde asa. Derviş, “Evlat, bu dağa neden geldin?” diye sormuş. Keloğlan da derdini anlatmış. Derviş, gülümseyip, “Korkma, zorluğun içinde kolaylık vardır,” diyerek ona bir pusula vermiş. Bu pusula, sisin kaynağına giden yolu gösterirmiş.
Keloğlan, pusulayı izleyerek dar bir mağaraya ulaşmış. Mağaranın içi sarmaşıklarla doluymuş ve ortalığı boğuk bir sis kaplıyormuş. Adım attıkça, sisin kalınlaştığını fark etmiş. En sonunda, mağaranın dibinde yeşil parıltılı bir göl suyu görmüş. Gölde kabarcıklar yükseldikçe, havaya sis yayılıyormuş. Keloğlan dikkatle bakmış, suyun içinde küçük bir tıkanıklık görmüş. Kayalar, suyun akışını engelliyor, bu yüzden buhar dışarı çıkıp sis oluşturuyormuş. Meğer dağın zirvesindeki kaynak, göle karışmaya çalışırken engelleniyormuş.
Keloğlan hemen kolları sıvamış, çevredeki ufak taşları çekip çıkarmış. Yola getirdiği basit birkaç aletle kayaları kırabilecek kadar yol açmış. Azimle çalışırken dudaklarından dualar eksik olmamış. Nihayet suyun önü açılınca, göl düzenli akmaya başlamış. Sis dağılmış, mağara aydınlanmış. Keloğlan, “Bu iş tamam!” diyerek sevinçle mağaradan çıkmış.
Dönüş yolunda köylüler, sisin kalktığını, tarlaların yeşerdiğini görünce bayram etmiş. Keloğlan’ın başarısı çarçabuk yayılmış ve padişah kendisini saraya davet etmiş. Annesiyle birlikte saraya giden Keloğlan, hem ödülünü almış hem de ziyafet sofrasına konuk olmuş. Bu vesileyle, annesine rahat bir hayat sunabilecek imkânı elde etmiş.
Böylece herkes mutlu mesut yaşamış. Keloğlan’ın aklı, kararlılığı ve kalbindeki iyilik, büyük bir sorunu ortadan kaldırmış. Unutmayın ki engeller, çoğu zaman cesaret ve azimle aşılır; gönlü temiz olanların yolu ise daima aydınlanır.
Daha Fazla Keloğlan Masalı İçin Keloğlan Masalları Kategorimizi Ziyaret Edebilirsiniz.