Bir varmış, bir yokmuş… Anadolu’nun bereketli topraklarının kıyısında, kavruk güneşin altında parıldayan bir nar bahçesiyle ünlü bir köy varmış. Bu köyde, rüzgârın tatlı bir ninni gibi estiği öğle vakitlerinde, nar ağaçlarının dalları kırmızı çiçeklerle bezenir, çiçekler olgunlaşarak top top nar tanelerine dönüşürmüş. İşte bu köyde, güleryüzlü ve maharetli bir genç kız yaşarmış; adı Gülbahar’mış. Gülbahar, sabahın ilk ışıklarıyla uyanır, annesiyle birlikte nar bahçesinde çalışır, yeri geldi mi hayvanlara bakar, yeri geldi mi komşuların işine koşarmış.
Köyün en büyük geçim kaynağı bu nar bahçesi olduğu için, her sene sonbahar yaklaşırken toplu bir hasat dönemi düzenlenirmiş. Kasabanın dört bir yanından insanlar gelir, şenlik havasında narlar toplanırmış. Bu gelenek, gençlerin birbirini tanımasına da vesile olurmuş. Bir yıl, kasaba dışından Halil adında bir delikanlı gelip nar toplamaya katılmış. İnce uzun boylu, cefakâr ve alçakgönüllü bu genç, daha ilk bakışta Gülbahar’ın yüreğinde bir sıcaklık uyandırmış.
İki genç, hasat boyunca birbirlerine yardım etmiş. Kimi zaman dallarda kalan narları birlikte toplamış, kimi zaman yorulunca gölge bir köşede konuşup gülüşmüşler. Gülbahar’ın kalbi bu dostluğun ötesinde bir şeyler hissediyormuş, çünkü Halil’in gözlerine baktığında içindeki huzur hiç yaşamadığı kadar güçlüymüş. Halil de her fırsatta Gülbahar’la vakit geçirmek için yanına sokulur, nazikçe el uzatır, onu güldürecek ufak hikâyeler anlatırmış.
Ne var ki, Gülbahar’ın babası Hakkı Bey, kızını köydeki varsıl bir ailenin oğluna uygun görüyormuş. Ona göre, Halil sadece dışarıdan gelmiş bir toprak işçisiydi; malı mülkü yok, sülalesi köye uzak… Bu sebeple, kızına pek yakışmayacağını düşünürmüş. Gülbahar, babasına boyun eğmekle gönlünün sesini dinlemek arasında bocalıyormuş. Dualar ediyor, her akşam annesiyle oturup “Ne yapmalıyım?” diye dertleşiyormuş. Halil de elinden geleni ardına koymuyor, Hakkı Bey’in gözüne girebilmek için canla başla çalışıyormuş.
Hasat bittiğinde, köyün ortasındaki avluda büyük bir şenlik kurmuşlar. Davullar çalar, nar suyu ikram edilir, insanlar halaylarla eğlenirmiş. Tam o sırada, beklenmedik bir gelişme olmuş: Hakkı Bey’in en güvendiği atı, kalabalıktan ürküp ahırdan fırlamış, dörtnala kaçmaya başlamış. Ortada panik yaşanırken, Halil soğukkanlılıkla atın peşine düşmüş. Tozlu yollardan atı kovalamış, sonunda geminden yakalayıp sakinleştirmeyi başarmış. Kalabalık alkışlarla ona destek verirken, Hakkı Bey de bu cesaret ve özveri karşısında duygulanmış.
O gecenin sonunda, Hakkı Bey anlayış gösterip kızını Halil’e vermeye rıza göstermiş. Çünkü görmüş ki Halil, yiğitliğiyle ve dürüstlüğüyle her zorluğu göğüsleyebilecek bir delikanlıymış. Sonraki günlerde, köy halkı imece usulüyle küçük bir düğün hazırlamış. Nar çiçekleriyle süslü kapılardan içeri giren misafirler, Halil ve Gülbahar’ın yüzündeki o mutluluğa şahit olmuş. Masal bu ya, o günden sonra nar ağaçları daha bir bereketli, insanlar daha bir neşeli olmuş. Çünkü gerçek sevgi, tıpkı nar taneleri gibi birbirine sımsıkı bağlıymış; sabır ve inançla yeşerince, en sert kabukları bile çatlatırmış.
İlgili Kategoriler