Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, şirin mi şirin bir kasaba varmış. Bu kasabada insanların yüzü hep güler, birbirlerine selam vermeden geçmezlermiş. Kasabanın en bilge, en nüktedan kişisi ise elbette ki Nasrettin Hoca’ymış. Başında kavuğu, ayağında şalvarı, elinde asasını eksik etmez; görenleri hem düşündürür hem de güldürürmüş. Yıllar yılı kasabada nice hikâyelere, fıkralara imza atan Hoca’nın, elinden düşmeyen bir de sadık dostu varmış: Ünlü gri eşeği.
Bir gün Nasrettin Hoca, erkenden kalkıp pazar yerine gitmek istemiş. Eşeğine biner binmez, “Haydi bre kalkalım,” diye seslenmiş ama eşek kılını bile kıpırdatmamış. Hoca önce nazikçe konuşmuş, sonra tatlı sözler etmiş, nihayet ciddileşip “Hadi yürü!” diye bağırmış ama nafile. Eşek, inatçı bir keçiden farksız, kıpırdamayı reddetmiş. Kasaba halkı sabahın serinliğinde camlarından bakıp Hoca’nın haline gülerken, kimileri de “Bak sen Hoca’nın eşeğine!” diyerek şaşırmış.
Hoca da çareyi, komşulardan yardım istemekte bulmuş. Yanına gelenler, “Hoca Efendi, şöyle yapsan,” “Şunu denesen,” diye akıl vermiş. Kimi bir sepet dolusu ot getirmiş, kimi sırtını sıvazlayınca eşeğin hareket edeceğine inanmış. Fakat ne yapsalar olmamış. İhtiyar bir amca, “Ben olsam kapıya bir tas su koyarım; belki eşeğin susuzluğu gider, hareket eder,” demiş. Gençlerden biri, “Üzerine renkli kumaş asarsak gözünü açar, belki meraklanır,” diye atılmış. Lakin eşek yine de kalkmamış.
Bu esnada pazar yeri kalabalıklaşmaya başlamış. Meyve sebze tezgâhları kuruluyor, tazecik sütler, peynirler satılıyor, bakırcılar tezgâhlarında güğüm ve kazanlarını parlatıyormuş. Kasaba halkı, semaverde demlenen çaylardan içip birbirine ikramda bulunurken, Hoca hâlâ eşeği ayağa kaldırmaya çalışıyormuş. Bir ara, kasabanın sabah ezanlarını okuyan müezzin yaklaşmış. Hoca’ya sessizce, “Hocam, eşeğin nesi eksik ki böyle yerinden kalkmıyor?” diye sormuş.
Nasrettin Hoca, bu söz üzerine düşünmüş: “Gerçekten de neyi eksik?” Eşeğin gemine, semerine, bir bakıma her şeyine göz gezdirmiş. Sonra birden fark etmiş ki eşeğin ayaklarında nal yok, yeni nal çakılması gerekiyormuş. Üstelik eşeğin toynakları iyice aşınmış ve onun canını yakıyormuş. Hoca durumu anlayınca, hemen nalbanta gidip ustayı yanına çağırmış. Nalbant titizlikle eşeği muayene etmiş ve “Hoca’m, buna birkaç çivide ufak bir sorun var, yenisiyle değiştirelim,” demiş.
Nalbant, gerekli onarımı yaptıktan sonra eşeğin yüzü gülmüş gibi görünmüş. Nasrettin Hoca, “Hadi kalkalım bakalım,” deyince eşek isteyerek doğrulmuş ve yavaş adımlarla pazara doğru ilerlemiş. Hoca’nın yüzünde belli belirsiz bir tebessüm, çevredeki herkesin de içine bir rahatlama yayılmış. Kasaba halkı bu durumu görünce, “Demek ki sorun sandığımızdan farklıymış,” diyerek düşünceli düşünceli başlarını sallamışlar.
O günün akşamında kasaba meydanında, semaverin etrafında toplanan insanlar Hoca’yı dinlemişler. Hoca, tatlı tatlı anlatmış: “Bazen en yakınlarımızdaki dertleri çözmek için etraftan bin bir akıl alırız ama asıl sorunu göremeyiz. Sorun neydeyse, onu gidermek lâzım. Komşu komşuya elbet yardım eder, ama önce meseleyi doğru anlamak gerekir.” Böylece herkes, ince bir ders alarak evine dönmüş. Unutmayalım ki gerçek çözüm, sorunun kökünü bulup onunla yüzleşince ortaya çıkar; tıpkı Nasrettin Hoca’nın eşeğinin nalsız kalması gibi.
Daha Fazla Nasrettin Hoca Masalları için Kategorimizi Ziyaret Edebilirsiniz.